Cuma, 12 Eylül 2008
Yoğun çalışma hayatının verdiği yorgunluktan dolayı yerleştirmeye çalıştığım alışkanlıkları kaybediyor gibiyim. Bu arada Selanik ve Halkidiki’ye gittim ve çok çok güzel ve ilginç şeyler görmüş olmama rağmen bunları yazmayı ve not etmeyi unuttum. Umarım ömür boyu aklımda kalırlar en azından. Şimdi Hilton Tel Aviv’in 544 numaralı odasının balkonunda denize karşı oturuyorum. Arkamda Tel Aviv’in yüksek ve aralarına sıkıştırılmış küçük eski binaları, trafik sesi, İngiltere Büyükelçiliği ve Türkiye Büyükelçiliği var. Ne tesadüf! Bu iki elçiliğin ortasında 3 alçak katlı bina var. F.’in beraber çalıştığı ve buraya beraber geldiğimiz B.K.’nin ailesinin bu binalarda (turuncumsu olan) yazlık daireleri var. B. şu anda orada.
Dün gece iş çıkışı uçağa bindiğimizde F. ve B. Business Class’ta, ben ise ekonomi uçtum çünkü ne de olsa parası benden çıkıyor. Şansıma da kötü bir yolculuk geçirdim. Bu cumayı işten yıllık izin olarak aldım ve tabii gezebilmenin yanı sıra çok eksikliğini çektiğim uykuyu da biraz alabilmek isterdim. Ama kabin içinde 4,5 saat boyunca çılgınlar gibi çığlık atan bir çocuk ve buna müdahale etmeyen babası ve yanımda oturan sürekli öksüren, dinlediği müziğin sesini sonuna kadar açan ve kolları ve bacakları benim alanıma taşan adam yüzünden uyuyamadım. Ben Gurion Havaalanı’nın mimarisi gerçekten hoş. Büyük müzelerin mimarisini çağrıştırıyor. F. ve benim geçmemiz tam bir saat aldı. Bir nevi sorguya alındık özel bir odada. B. de bizi beklemek zorunda kaldı bu süre boyunca. F. ve beni ayrı ayrı sorgulayan polis aslında çok da fena değildi. Espriler yapıyordu. Herhalde sorularına ne kadar hızla ve kendimize güvenerek cevap verdiğimizi test ediyordu. Baba adı, dede adı, İngiltere ve Türkiye cep telefonu numaralarım (şimdi artık sürekli dinleneceğim anlaşılan), kaç yıl A.B.D.’de yaşadım, kaç yıldır Londra’da yaşıyorum, ne iş yapıyorum, “ismim hiç bir Türk ismine benzemiyor” vs. Polis de yılda 3 kere kıyafet alışverişi için İstanbul’a gittiğinden bahsetti. F.’in işyerinden ayarladığı taksi ile otele geldik. Taksi şoförü oldukça candan bir adama benziyor. Şimdilik insanlar tahmin ettiğim kadar kaba değil (daha önce iş için yaptığım bazı telefon görüşmelerinde oldukça kabalardı). Tel Aviv birçok gökdelen, ofisler, iş binaları ile dolu. Yollar, sokakların yapıları, bitkiler vs aynen Türkiye’yi çağrıştırdı F. ve bana. Ne de olsa Akdeniz’deyiz ve Türkiye’den de çok uzak değiliz. Hatta Kıbrıs sadece 50 km. uzaklıktaymış.
Otelde 2 saat kadar uyuduk. Şimdi F.’in Frankfurt ve İngiltere’yle 2 saatlik bir telefon görüşmesi var. Ben de fırsattan istifade 33 derecede (şu anda Londra bulutlu, gri, soğuk, 14–15 derece, yağmurlu) güneşin tadını otel odamızın balkonunda, neredeyse eriyerek çıkarıyorum. Bu sıcakta oruç tutmak oldukça zor tabii. Uçaktan indiğimizden beri oldukça susamış hissediyorum. F.’in telefon görüşmesi bittikten sonra denize girmeyi, sonra da deniz kenarında dolaştıktan sonra Jaffa’ya gitmeyi düşünüyoruz bu akşam. Yarın da Kudüs! Hatta belki zaman kalırsa Ölü Deniz! Pazar, 14 Eylül 2008 Cuma günü F.’in telefon görüşmesi tam 3 saat sürdü. 3.30’da bitti. Faturası ise $1000 idi. Ben bu sırada uyudum uyandım, en sonunda 4 civarı otelin önündeki plaja gidebildik. Oldukça kalabalıktı. Plajda raket oynayan gençlerle tıklım tıkıştı. Herkes güneşten kopkoyu yanmış, vücutları oldukça diri ve sportif. F.’le tatilden yeni dönmüş olmamıza rağmen bizler onların yanında oldukça beyaz kaldık.
Tel Aviv kızları beni hayal kırıklığına uğrattı. Hiç de bahsedildiği kadar güzel birine rastlamadım. Plaj ve sokaklar eşcinsel dolu. Su oldukça sıcak. Hatta hava sıcaklığı 33 olmasına rağmen, sudan çıkınca ürperiyor insan. Daha sonra F.’in iş arkadaşının ve otel resepsiyonunda görmemiz tavsiye edilen yerlere gittik. Büyük hayal kırıklığı yaşadık. Tel Aviv yüksek gökdelen, yeni beton yığınları ve pis sokaklardan başka bir şey değil. Hiç güzel değil hatta karaktersiz ve tatsız bir şehir.
Akşam bize tavsiye edildiği gibi Dalal isimli bir restorana gittik. Yemekler gerçekten güzeldi. Bildiğimiz künefeyi, İsrail tatlısı diyerek ve „knafe“ olarak adlandırarak satıyorlar. Yanında da peynir dondurması. Cuma günü güneşin batımından Cumartesi güneş batımına kadar sebat sürüyor. Sokaklar bomboş. Araba görmek neredeyse imkansız. Otelde bile sebat için özel asansör var. Dindar insanların asansör düğmesine basmasına gerek yok. Her katta otomatik duruyor. Akşam yemekten sonra taksiyle Jaffa’ya gittik. Tel Aviv’e çok yakın hatta yanı başı. Tel Aviv bitmeden Jaffa başlıyor ve kendinizi bambaşka bir dünyada, sebat süresinde bile canlı bir hayatın, ışıkların, seslerin, insanların içinde buluyorsunuz.
Jaffa’da yeni binalar bile Tel Aviv’den çok daha güzel. Tel Aviv’de bir tek Arap görmek imkansızken, Jaffa’da başörtülü Arap kadınların yanında yürüyen Musevi kadınlar görüyorsunuz.
Eski Jaffa restore edilmiş; inanılmaz güzel bir şehir. Dar sokaklar labirentler gibi; sinagoglar, camiler yan yana. Mimari çok güzel, gizemli, zengin. Keşke gün içinde Jaffa’ya gelip burada yemek yeseydik diyoruz. Ama kimse bize Jaffa’dan bahsetmemişti. Herhalde […] övmek istemiyorlar, […] diye düşünüyoruz.
13 Eylül Cumartesi sabahı, havaalanından bizi karşılayan Gavri bizi Kudüs’e götürmek için alıyor. Gavri Yemen asıllı Musevi’ymiş. Esi Türk asıllı. Kızına Türk’e benzediği için manken gibi güzel diyor. Resmini bize gösteriyor. Yol boyunca bize İsrail’i, kendi geçmişini, bu toprakların tarihini anlatıyor. […] Yolda Judea Çölü’nde duraklıyoruz. İsa Ürdün Nehri’nde vaftiz edildikten sonra burada 40 gün yürümüş. Tepelerde bir Arap köyü ve bu köyü çevrelemiş, tüm hayat bağlarını koparmaya çalışan Musevi yerleşimleri ve köyleri görüyoruz. Hatta Arapların dolaşımını önlemek için inşa edilmiş yeni “Çin Duvarlarını”.
Kudüs yolu, Türkiye Akdeniz iklimi ve bitkilerini andırıyor. Kudüs’e varırken Arap köylerinden geçiyoruz. Fakirlik ve düzensizlik ortada. Gavri Arapların böyle pis yaşamak istediklerini vurguluyor. Kudüs Valisi’nin onlara “yardım” etmek istemesine rağmen!
Zeytin Tepesi’nde Kudüs manzarasının en güzelini görmek için duraklıyoruz. Haham mezarlarını, İsa’nın ağladığı tepeyi, Judas tarafından aldatıldığı yeri, Dolorosa Yolu’nun başlangıcını, Meryem’in mezarını, Kanuni Sultan Süleyman’ın inşa ettiği duvarları, Mesih’in gelmesini engellemek için kapattırdığı altın kapıyı ve önüne koyduğu Müslüman mezarları ve uzaklarda Son Akşam Yemeği’nin yendiği, şimdi kilise olan tepeyi görüyoruz.
Daha sonra otelimize yerleşiyoruz. American Colony, oda 5. Eski bir Osmanlı Sarayı (bu arada Jaffa’da da Osmanlı’nın izleri çok görülüyor). Bu otel şimdiye kadar ömrümde kaldığım en güzel otellerden biri. İnanılmaz “charming”. İç avlusu cennetten çıkma bir bahçe, mimarisi sevimli çok sıcak ama bir yandan da zarifçe asil. Şimdiki sahipleri Amerikalı olsa da, çoğu çalışanı Arap. Odamız Pasha Deluxe. Kendimi tam bir prenses gibi hissediyorum Hatta Beylerbeyi Sarayı’nın içinde. Oda inanılmaz güzel. Dekorasyonu bana Türkiye’yi çağrıştırıyor. Kendimi çok çok rahat hissediyorum. Ve mutlu.
Otelden 10 dakika yürüme mesafesinden sonra Eski Kudüs’ün Şam kapısından eski şehre giriyoruz ve kendimizi Müslüman mahallesinde buluyoruz. Dapdaracık, Ramazan kalabalığı ve telaşı ile dolu sokaklar. Elbette kayboluyoruz. Mescid-i Aksa ve Kubbetul Sahra’ya girişimiz Müslüman olduğumuza inanılmadığı ve Ramazan olduğu için engellenmeye çalışılıyor. Kimliklerimizi gösteriyoruz. Örtüneceğim sözümü veriyorum. Kuran okuyup okumadığımız soruluyor. Telaş ve korkuyla Fatiha okuyoruz. Geçişimize izin veriliyor. Hemen üstümü başımı kapatmaya çalışıyorum. Saçlarımı F.’in annesinin hediye ettiği ipek eşarpla. İpek saçlarımdan kayıp duruyor. Rahatsız bir durum içindeyim.
Öğle namazını erkekler önde Mescid-i Aksa’da, kadınlar arkada Kubbetul Sahra’da kılıyor. F. ön tarafta namazını kılıyor. Ben de arkadan diğer kadınları taklit etmeye çalışıyorum duaları okumadan. Ama bana dönük namaz kılmayan bir kadın bana bakıyor. Utanıyorum, telaşlanıyorum ve yaptığımı bırakıp oturuyorum. Kendi kendime Allah’a konuşup dua etmeye çalışıyorum. Başka şeyler dikkatimi çekiyor, konsantre olamıyorum. Kendi kendime kızıyorum. En kutsal üçüncü noktada Allah’a konuşmayı, dua etmeyi beceremiyorum.
Bir Arap bize tur vermek için peşimize takılıyor. F. onaylıyor. Adam felaket kokuyor. Yanına yaklaşamıyorum. Hz. Muhammed’in ilk inşa ettiği camiye, Hz. Süleyman’ın ahırından kalma kolonlara, Hz. İbrahim’in İshak’ı öldürmek üzere olduğu kayaya bizi götürüyor. Özellikle kayanın yerine inşa edilmiş olan camii ve çinileri, altın kaplamaları tam birer şaheser. Neredeyse mütevazı duruyorlar ama zengin bir güzellikleri var. Yer altındaki camii ve dua etme yerlerinde kendimi hasta hissediyorum. Sıcak ve oruç mideme vuruyor. Üstüne üstlük bu kapalı mekanlardaki rutubet, havasızlık, iğrenç insan teri ve ayak kokusu dayanılmaz. Kusma hissi doğuyor. Bazı insanlar nasıl buralarda uyuyabiliyorlar anlamıyorum.
İpek eşarbım ben farkına varmadan arada bir saçlarımdan kayıyor. Cami’deki erkekler bir anda “Ayup ayup” diye bana bağırmaya başlıyorlar; “Mahrem!” Her şey çok güzel olmasına rağmen rahat edemediğim için bir an önce çıkmak istiyorum. Bizi dolaştıran yaşlı adam F.’den 100 Schakel kopardıktan sonra bizi yalnız bırakıyor. Avludan çıkar çıkmaz başımı açıyorum. Üstümdeki kat kat kıyafetleri çıkarıyorum. Keşke camiler kadınlar için de, onların da rahat edebilecekleri (Arap kadınlar gibi kapanmasalar ama yine de mütevazı giyinseler bile) bir yer olsa. Allah afetsin!
Hemen kendimizi Ağlama Duvarı’nda, Adem ve Havva’nın yaratıldığı bahçede buluyoruz. Musevi mimarisinin çok zayıf ve hiç etkileyici olmadığını söylemeliyim. Kudüs’teki Musevi Mahallesi, Müslüman ve Hıristiyan mahallelerinden çok daha küçük. […]
Via Dolorosa’dan İsa’nın gömülü olduğu kiliseye gidiyoruz. Burada da omuzlarımı kapatıyorum. Hıristiyan mahallelerinde de Etiyopya Kilisesi, camii, Yunan Ortodoks, Katolik vs hepsi yan yana, dip dibe.
Eski şehir duvarları dışındaki David Şehri’ne de gidiyoruz. Binlerce yıl öncesinden beri şehrin su kaynağı buradan geliyormuş. Oruç, sıcak ve durmadan yürümenin verdiği etkiyle çok yorgunuz. Ölü Deniz’e gitmekten vazgeçiyoruz. Dünya güzeli otelimizin havuz ve saunasına gidiyoruz.
Akşam yemeğini Arap mahallesinde (insan bu sokaklarda yürürken gerçekten kendini Filistin’de hissediyor) Paşa isimli bir restoranda yiyoruz. Yemekler burada çok tuzlu. Bol bol limonata içiyoruz. F.’in diğer iş arkadaşı M. bize katılıyor. Akşam yemeğinden sonra otelin önce bahçesinde B. de bize katılıyor. Bir şeyler içiyoruz ve uzun günümüz son buluyor.
Bu sabah erkenden F. toplantıları için çıktı gitti. Ben 4 kişinin sığabileceği yatakta Jerusalem Post’u okudum, biraz daha uyudum, Juliet balkonumuzdan sonra bir kez mavi gökyüzüne, güneşe, Kudüs’e baktım, sıcağı hissettim, Kudüs’ü dinledim, kokladım. Şimdi arabanın gelip beni havaalanına götürmesi için otel girişinde, oryantal mobilyalara oturmuş bu günlüğü yazıyorum. Cennet gibi bu avluda öğle yemeği yemek için birçok turist gelmeye başladı.
Kudüs ve çevresini görmek için en az bir hafta lazım. Ama buna da çok şükür Allah’ım. Üçte bir hacı olabildiğimiz ve bu güzelim otelde ve güzelim odasında kalabildiğimiz için. Bakalım şimdi ülkeden çıkışım nasıl olacak...