Tarih: 25 Aralık 2010
Gün: Cumartesi
Yer: El Calafate, Patagonya
Çalakalem:
- Bugün F.’le Bangladeş düğünümüzün 3’üncü yıldönümü.
- Fark ettim ki dünyanın her yerinde İspanyolca konuşulan ülkelerde İspanyolca konuşurken aksanınız nasıl olursa olsun ve ne kadar hata yaparsanız yapın umursamıyorlar ve sizi anlıyorlar. Bir nevi Londra gibi. A.B.D.’de Amerikan aksanıyla konuşmuyorsanız, söylediğinizi birkaç kere tekrar etmenizi isterler genelde.
- Bugün Noel sabahı olduğundan, Buenos Aires terk edilmiş, bomboş bırakılmış bir şehir gibiydi.
Paul Theroux bir kitabında gezginin en tembel ve en egoist, heyecan ve yeniliklerin öylece dururken karşısına çıkmasını bekleyen, olayların gezerken oluvermesini uman yaşayan olduğunu yazmıştı. Bugün F.’le yaşadıklarımız bu söyleme örnek oldu.
Güneşli ve sıcacık Buenos Aires’i buzullar ve göller bölgesi Patagonya’ya gitmek üzere terk ettik. Ancak uçuşumuzda bir değişiklik oldu. Uçağımız direk bizim durağımız olan El Calafate’ye gitmek yerine, 4 saatlik olaylı bir uçuştan sonra ilk olarak Ushuaia’ya indi. Bulutlar o kadar kalındı ki, uzun süren iniş benim için tam bir kâbus oldu. Artık benim için kuraldır, uçakla seyahat etmem gerekirse yine, yatıştırıcı ilaç kullanmak mecburiyetindeyim.
Ushuaia’ya indikten sonra bir baktık ki Galler’deki gibi bitki örtüsüyle kaplı alanlar, dağlar ve suyla çevriliyiz. Tam olarak nerede olduğumuzu bilmediğimiz için hemen haritaya baktık. Meğersem El Fin Del Mundo (Dünya’nın Sonu) denilen, Arjantin’in en güney noktası, Amerika kıtasının güney Atlantik Okyanusu (Antarktika Denizi) ötesinde Antarktika kıtasına bakan son kara parçasındaymışız. El Calafate’yi çoktan geçip gitmişiz bile.
Zaten bu sabahki uzun uçuş boyunca birçok ülkeden geçmiş gibiyiz. Dünya’nın sonunda hava çok soğuktu ve yağmurluydu. Ama kar yoktu. Hemen bulunduğumuz yerin resimlerini çekmek istedik ancak uçaktan inmemiz ve uçak içinden bile fotoğraf makinesi kullanmamız yasaktı. Sonra uçağımız gerisin geri Buenos Aires’e gitmek üzere yola çıktı ve şiddetli rüzgardan etkilenerek hareketli bir inişten sonra El Calafate’de bizi bıraktı.
Kendimizi bir anda Mars’ta bulmuş gibiydik. Havaalanından şehre doğru meşhur Route 40 üzerinde giderken, ne başka bir araba, ne de başka bir insan gördük. Sarı ve kurak dağlarla çevriliydik. Bir süre sonra Lago Argentino’nun muhteşem mavisini ve ötesinde dağ tepelerinde karları görebildik.
Sonra El Calafate’ye vardık. Semalarında şahinlerin uçuştuğu bu şehirde kendimizi İsviçre’de şalelerle bezenmiş bir kar merkezinde mi, Amerika’da Vermont’ta mı bulduk bilemedik. İnanılmaz sevimli ve güzel bir yer burası. Dünyanın bu kadar uzak bir noktasında olmasa, burada emekli hayatı geçirmeyi düşünebilirdim.
Sierra Nevada isimli otelin 109 numaralı dağ ve göl manzaralı odasına yerleştik. Çok ferah, rahat ve güzel. Gökyüzü ve bulutların oluşumları daha önce ömrümde hiç görmediğim güzellikte.
Saat şu an 21:30 ve güneş hala batmadı. Çok aydınlık. Güney yarımkürede, oldukça güney bir noktada beyaz birkaç gece geçireceğiz anlaşılan. Kenya ve Mısır’dan sonra en çok etkilendiğim ve beğendiğim yeryüzü parçası kesinlikle Güney Amerika!