12 Mart 2019
Salı
Hiragiiya Hotel, Kyoto
Dün sabah erkenden beri Japonya’da olmamıza rağmen, sanki bir haftadır buradayız. Londra çıkışlı 12 saatlik uçuşta uyumak mümkün olmadı. Gelir gelmez de vakit kaybetmemek için geziye koyulduk. Önce Tokyo’da kalacağımız otele uğrayıp, Kyoto’ya götürmek istemediğimiz iki valizi emanet ettik. Sonra Kyoto’ya giden hızlı trene bindik. Bu sıradaki ilk izlenimler aynen tahmin edilebileceği gibi gökdelen kaplı Tokyo, yüzü maskeli işlerine koşturan kalabalık ve mükemmel tren hatları oldu.
Kyoto’da Hiiragiya isimli geleneksel Japon tarzı (Ryokan) odalar sunan bir otelde kalmayı tercih ettik. Kültürü tam anlamıyla yaşayıp, anlayabilmek için. Daha otel lobisine gelmeden ayakkabılarımızı çıkarmamız ve bize verilen terlikleri giymemiz gerekti. Odamızda yer tatami örtüsüyle kaplı. Tatami örtüsünün üstüne sadece gece yatak kuruluyor ve buraya terlikle basmak büyük bir ayıp.
Sonradan öğrendiğimize göre, modern Japon ev ve dairelerinde bile en az bir tane geleneksel, tatami örtülü Japon odası bulunurmuş. Bu oda misafir karşılama odasıymış, ancak geceleri büyükler burada uyurmuş. Yani Japon anne-babalar her sabah ve aksam sıfırdan yer yatağı hazırlayıp, kaldırıyor.
Odamızda duvarlar ve odanın farklı bölmelerini ayıran panel ve sürgülü kapılar kâğıt kaplı. Banyodaki küvet tahta. Bizim odamızda modern duş başı var ancak duşakabin yok. Bir tabure, bir de hamam tası gibi ahşap bir tas koymuşlar. Tuvalet ayrı bir bölme. Tuvalete ayrı terlikle girilmek zorunda. Tuvalet tamamen otomatik ve onlarca ayrı özelliğe sahip. Kendi kendini bile temizliyor.
Kyoto sokaklarında dolaşırken dikkatimi çeken ilk intibalar:
Dar ara sokaklarda kaldırım yüksek değil. Asfalt yol üstünde ayrı bir şerit çizgisiyle yaya yolu belirleniyor.
120 milyonluk ve nüfusun %25’nin 60 yaşın üstünde olduğu Japonya’da ve 2 milyonluk Kyoto’da sessizlik ve sakinlik hüküm sürüyor. Kalabalık caddelerde dahi gürültü duyulmuyor.
Japonlar inanılmaz kibar ve misafirperver.
İçe kapanık olduğunu tahmin ettiğim bu toplumda, birçok dükkân, en çok restoran ve elbette evlerin on cepheleri hep ahşap bir panelle kapalı.
Evler ve arabalar minyatür gibi. Dış ve iç mimari sade, mütevazi, hatta minimalist ötesi. Kullanışlılık amacı dışına çıkacak hiçbir fazlalık yok. Kesinlikle gösteriş yok.
Sokaklar ve hiç tahmin edilemeyecek yerler bile inanılmaz temiz.
6 yaşından itibaren çocuklar metro gibi toplu taşıma araçları ile yalnız başına okula gidip geliyorlar – bu beni inanılmaz şoka soktu.
Çok sağlıklı bir mutfakları var – tadı tartışılır. Tatlıları bile bakla gibi ürünlerden şekersiz yapıyorlar.
Bahşiş kültürlerinde pek yok.
Din kavramı Japonlar için çok farklı. Eski çağlardan kalma bu ada grubundan oluşmuş doğaya ve doğanın gücüne inanan Şinto inançları var. Budizm sonradan hayatlarına girmiş. Günümüzde cenazelerini Budizm gelenekleri, mutlu etkinliklerini ve dileklerini Şinto geleneklerine göre yapıyorlar. Daha çok geleneksel adetler bunlar Japonlar için. Kutsal ya da bir kural kitapları yok. Sadece gelenekler. Üstüne üstlük inanılmaz toplum ahlakı sahibi, disiplinli, temiz, hatalarından dönmeyi bilen (bunu sonra açıklamaya çalışacağım) ve vatansever insanlar.
Çin elbette yüzölçümü olarak dünyanın en geniş ülkelerinden. Bunun yanında tarihi, yetiştirdikleri, geliştirdikleriyle ve nüfusuyla çok büyük bir güç. Mimari ve başka alanlarında da bu büyüklüğü gösterişli bir şekilde göz önüne koyuyor. Japonya ise tarih boyunca Çin’den çok şey esinlenmiş olsa da hep sade ve mütevaziliğini korumuş.
Bugün eski başkent Kyoto’daki Ninjo Kalesi’ne gittik. Samuray geçmişli Şingunlar devletin gücünü imparatordan aldıktan sonra ülkeyi 19. yüzyıla kadar yönetmişler. Ninjo Kalesi onlardan kalma. Bugüne kadar dünya çapında gezdiğim tüm saray, kale hatta evlerden bile daha sade. Bu kaleye girerken bile ayakkabılarımızı çıkarmamız gerekti.
Saray ve tapınakların bahçelerine mimariden ve gösterişten daha çok önem veriyorlar. Kaya parçalarının (ki bunlar kutsal kabul ediliyor) nereye konumlandırıldığı, çam ağaçları, çakıllarla oluşturulan farklı dalgalar bile çok önemli. Ne yazık ki sakuraların açması için çok erken. Sadece tek tük çiçek açmış erik ve kayısı ağaçlarına rastladık.
Daha önce yazdığım konuya geri dönersek, Şingunların hükmettiği 300 yıl boyunca hiç savaş yaşanmamış. İzolasyon siyaseti izlenmiş. Dışarı dünyaya tamamen kapanmışlar. Hep barış içinde olmaları işlerini kolaylaştırmış. Bu süre içinde imparatora ve ailesine olan saygı Şingunlar tarafından da devam ettirilmiş ve İmparator Şingun’dan bile daha üst kademede tutulmuş.
19. yüzyılda aniden bir Amerikan gemisi Tokyo Limanı’na yaklaşıp, istekler dile getirince, Japonlar Amerikan gemisinin teknolojisini ve silahlarını görme fırsatı bulup, izolasyon politikasıyla içlerine kapanarak teknolojik olarak çok geride kaldıklarını anlamışlar. O zaman Şogun yönetimi imparatora devretme kararı vermiş. Bugünkü imparator Japonya’nın ilk imparatorunun 100’den fazladır nesilden torunu. Şingun ailesi de kültürel alanlarda bugünkü Japonya’da hayatlarını sürdürüyormuş.
Amerikalılardan sonra İngiliz ve Fransızlar da gelmiş ve ülkeden bir parça koparmaya çalışmışlar. Güçlü ve büyük Çin’in İngilizlere olan kayıplarını gören Japonlar, savaşa girme riskini engellemek için ticari anlaşmalara girmişler. 19. yüzyılda Şingunun hataları görebilip, yönetimi barışçıl biçimde imparatora devretmesi, Japonların eksiklerini görüp hızlı bir biçimde teknolojik anlamda kendi kendilerine gelişmeleri hayranlık uyandırıcı.
İmparator daha sonra İngiltere’ye gözlemci gönderip, meclis sistemini öğrenmiş ve iki odalı meclis sistemini ve başbakanlığı ülkeye getirmiş. Demokrasileri bile devrimsiz, savaşsız, akıl yoluyla elde edilmiş. Günümüzde İmparatorun siyasi anlamda bir sözü geçmiyor.
Yani iki günün sonunda anladığım su ki Japonya’yı farklı, güçlü, sözü geçer, örnek alınacak, hayran olunacak kılan insanları: Japonların değerleri, alışkanlıkları, temel düşünce tarzları.
Kyoto Tokyo gibi gökdelenlerle kaplı değil. Çok hoş, şık, yaşanabilir bir şehir. Japonya’da her şey çok kolay ve rahat: Toplu taşıma, sokakta yürümek, okula gitmek…Çalışma saatleri çok uzunmuş gerçi. Dakiklik çok büyük bir saygı göstergesi.
Fushiniri-Inara, Tenji-ko ve Kinkoku-ji (altın kaplamalı) anıtları bizim gördüklerimiz oldu. Buralar daha çok park ve bahçeleri için ziyaretçi çekiyorlar. Özellikle Araşiyama Bambu Ormanı tam anlamıyla büyüleyici. Turistlerden dolayı çok kalabalık olmasa gizemli de olur. Filozof Yolu sakuraların açtığı dönem rüya gibi olur eminim. Bizim şansımıza henüz açmamışlardı. Gion bölgesinde geleneksel Japon dükkânları restoranları ve saat 18’den sonra geyşalar görmek mümkün. Nikisa Çarşısı Japon tarzı, küçük bir Kapalıçarşı.
Hava çok değişken. Üç dakikada bir rüzgâr, yağmur, güneş değişiyor. Geleneksel Japon restoranlarına ayakkabıyla girilmiyor. Yerde diz üstünde oturuluyor. Aileler, gruplar ayrı bölmelerde oturuyor. Dün akşam iyi bir yemek bulmakta zorlandık. Binalar dışındaki panellerden neresi açık, neresi kapalı belli değil. Menüler hep bir tarz yemek konusunda özelleşmiş. Kafamız karıştı. En sonunda yorgunluktan, mecburen bir yere girdik. O an at bile yiyebilecek kadar açtım. Bilmeden saşimi ısmarladım. %100 çiğ balık ve açlıktan ne olduğunu anlamadan yedim. Kendime inanamıyorum. Umarım aynı hatayı tekrarlamam. Yeşil çay, en çok da maçaya düşkünler. Maça yeşil çay yaprağı dövülerek yapılan, daha kuvvetli, yüksek kafeinli bir çay. Dün farkında olmadan çok içince, kalp atışlarım uzun süre hızlı kaldı.
Kyoto şık ve sevimli bir şehir. Havası Londra’dan çok daha temiz kesinlikle. Üç tarafı dağlarla çevrili. Buna rağmen Japonlar yüzlerinde maske, ellerinde beyaz eldivenle geziyorlar. Asla çıplak ayak yere basmıyorlar. Tüm bunların nedeni hijyen ve mikropları uzak tutmak için. Ev ve dükkân kapılarının üstünde bambudan yapılma küçük çalı süpürgeleri asılı. Nazar boncuğuyla aynı görevi görüyor. Bazı kapıların önünde ufak bir bardağın içinde su ve bir kabın içinde tuz var. Bunun anlamı ne, henüz öğrenemedim.
Comentarios